Sovyet imparatorluğu ve Varşavo Paktı dağıldıktan sonra dünyada siyasi-askeri ve hatta ekonomik güç olarak sadece ABD’nin kaldığı ve dünyanın tek kutuplu olduğu konusunda görüşler ortaya atıldı. Bu görüşlerin doğruluk payıolmakla birlikte tartışılır yönleri de vardır. ABD üzerinde kitap yazan bazı yazarlar olumlu tablo çizmekle birlikte bazıları da kötümser görüşler ortaya koymaktadırlar. Bunlı:ırdan bazılarını aşağıda tartışacağız.
.II. Dünya Savaşı’ndan ve 1950’lerden sonra ABD pazarı kendisinden sonra gelen İngiltere’den dokuz kat daha büyük bir hacme ulaşmıştır. Bu dönemde ABD sanayii hiçbir ülkenin ulaşamayacağı üretim ve satış kapasitesine sahipti.
Yine bu dönemde teknolojik yarışta ABD ön sırada idi. ABD şirketleri, yabancı şirketlere rekabet değil, onların yapamadıklarını üreterek pazarlara hakim olmuştu.
İlk ve ortaöğretimin zorunlu olması Amerikan işçisini daha nitelikli kılmış ve yüksek teknolojiyi daha kolay uygular hale getirmişti.
Dünyanın hemen her tarafında yoksulluk varken Amerika’nın zengin olması, kişisel tasarrufun düşüklüğüne rağmen büyük bir sermaye birikimine yol açabilmişti.
Diğer ülkelerde yüksek nitelikli kimseler devlet veya askeri yönetimde görev alırken ABD’de şirket yöneticisi olarak görev almışlardı.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra yanmış yıkılmış bir dünya içinde üstün teknoloji, büyük sermaye, eğitimli işgücü ve ehliyetli yöneticilerle büyük bir pazara hakim olan ABD hem ekonomik, hem siyasi, hem de askeri güç bakımından zirveye tırmanmış ve o dönemde bir anlamda dünyayı tek kutuplu hale dönüştürmüştü. Bu itibarla, 20. yüzyılı Amerikan yüzyılı olarak adlandırmak moda olmuştu.
1990’lı yıllara doğru gelindikçe diğer ülkeler yavaş yavaş Amerikan pazarının boyutlarını yakalama yarışına girmişlerdir.
Araştırma-Geliştirme harcamaları bakımından ABD liderliğini kaybetmiş ve onuncu sıralara doğru gerilere gitmiştir. ABD’de alınan patent sayıları düşmeye başlamıştır.
ABD’ deki 180 günlük okul yılı, Almanya’nın 240, Japonya’nın ve Kore’nin 250 civarındaki günlük okul yılı ile karşılaştırılınca ABD’deki geri sayısın sebepleri anlaşılacaktır.
1990’lı yıllara gelindiğinde ABD, 21 sanayileşmiş ülke arasında kişisel tasarruf oranı en düşük ülke haline gelivermiştir. Amerikalı bir aile gelirinin % 5’ini tasarruf ederken bu oran örneğin Japonya’da % 15 civarındadır.
Altyapı yatırımlarına gereği gibi pay ayrılmayışı da verimliliği süratle düşürmüştür.
ABD’de üretim düşerken, ürün kalitesi, zamanında teslim, satış sonrası hizmet, işbaşı eğitimi gibi konulardaki önderliğini başka ülkelere devretmiştir.
“Head to Head” yazarı aynen şöyle demektedir: “20. yüzyılın ikinci yarısında Amerika “başlatan”, Avrupa ve Japonya “takip eden”di. 21. yüzyılın başında roller tersine dönecek, Amerika da oyunu Avrupa ve Japonya’nın kurallarına göre oynamak zorunda kalacaktır.
- yüzyılın “dişe-diş” anlamındaki acımasız rekabet ortamına Amerika’nın hazır olmadığı gibi bir genel kanı yaratılmıştır.
ABD ile ilgili daha da kötümser görüşler vardır. Harry E. Figgie “İflas 1995″(2) adlı kitabında çok kötümser bir tablo çizmektedir. İflas 1995 adlı kitabın yazarı Amerika’nın aşırı borçlanmasının yaratacağı tehlikelere dikkati çekmektedir. Yazara göre; 2000 yılında ABD’nin bütçe açığı 1984 rakamının 33 katına, borcu 14 katına ve borç faizi de 29 katına çıkacaktır. Başkan Busch döneminin sonunda 4 trilyon dolarlık borcun faiz yükü olan 293 milyar dolar toplam vergilerin % 52’sini götürmüştür. Reagan döneminde ise bu oran % 43 civarında idi.
ABD’nin 1992 yılında bütçe açığı 400 milyar dolara ulaşmıştır. Bir ülkenin geliri ile gideri arasında bu denli bir uçurumun ortaya çıkması akıl almaz bir olaydır. Bu gelişmelerin sonucu ülke bir hiperenflasyonla karşılaşabilir veya ABD gibi bir dev borçlarını ödeyemez hale düşer. »Tamamımını okuyun